21 Ocak 2013 Pazartesi

Posted by Erdem |

 

Grafik: Conscience / Tobby Keller


Bir şey olması için bekliyoruz. Polisin her gaz bombası kullanımını bir "artı bir" yapıyoruz. Hrant vurulunca, Roboski olayı yaşanınca, olmadı o gün ne varsa, "işte devlet" diyoruz; "işte katil". Pusudayız. "işte yine sansür", "işte akp zihniyeti", "işte gericilik" ve dönüp dolaşıp yine "işte devlet".


"İşte biz"i olmayan parmaklarız. Varoluşsal bunalımlardan düşüp, sonsuz tekrarların içine hapsolmuş bir eski hikaye olduk kaldık.

Kabul edelim; solcu olmak bugün daha zor bir şey ve en kolayı da bir sol eleştirisi yapmak. Bunu kabul ederek; ve evet oturduğum yerden yazıyorum.

Teknolojiye emildik; sitelere, dairelere bölündük. Yaşamlarımızın sonucu olarak yaşıyoruz. Sokaksız, ekranları insanların yüzlerinden daha çok severek. Spekülatifle beslenilen embesillere döndük. Her şok yazısını tıklamaya mecbur ellerimiz. Borsa kadar duyarlıyız gündeme. Sayfada ayrıldığı büyüklüğünce önem veriyoruz haberlere. Sonunda kelimelerimizi kaybediyoruz. İdeolojik büyü formülleriyle; okudukça çalınıyorlar bizden. Bunun böyle işlediğini bilenler bile kollarını uzatıyorlar kelepçelenmek için.

Size garip bir şey söyleyeceğim. Gündemi takip etmeyin! En azından bunun için çırpınmayın, koca zamanlar harcamayın. Gündem, içine çektiği her şeye, kendi istediği şekli verir, onun labirentlerinde dönüşür her şey. Varolan kurumların, söylemlerin uzantılarına dönüşürsünüz. Bugün solun, kendini solcuya sayan bir çok kişinin bdp'nin söylemlerinden başka bir şeye dönüşememesi gibi. Çerçeveler içinde sıkışıp, o karede gözükmek adına yer edinmeye çalışırsınız. Bir topluluk hali içine de girseniz, amaç yine o kare içinde gözükmek olarak kalır. Labirente bağlı bir ek labirent olur ve tek fark olarak kendi yöntemlerinizle köreltirsiniz içinize çektiklerinizi. Kaldı ki, sol muhafazakarlaştığında daha korkunçtur. Kaypaklığı sağa içkin bir davranışa saydığından her harekette kaypaklık arar. Her farklı hareket bir sapmadır. Yalnızca renkleri değiştirip, dayatmacı ahlakın vücut bulmuş bir haline dönüşürler yine.

Bu yüzden önce biraz dışardan bakmak gerekir. Kelimelere anlamlarını geri verebilmek için. Onları yeniden öğrenebilmek, keşfedebilmek için. Ve aynı kelimeleri farklı ışıklarda yeniden ve yeniden de keşfetmek gerekir.

Ben de bir kelime seçiyorum ve vicdan üzerinden gidiyorum; ki bu yazıda köprüleri o oluşturacak.

Bir önermem var; başkası, başkaları değil, insan kendisini her şeyden önce kendisi sorgulayabilen bir birey olamadıkça, vicdan olarak adlandırdığı şey bir yalan olarak kalacaktır. Vicdan, sıklıkla göstermelik olarak kullanılır. Karşısında konumlanılan kişiye, kişilere ya da genel ahlaka göre şekil alır. Din, devlet ve ahlak zabıtasına dönüştüğü her noktada toplum, vicdanı kıstırır. Yaptıklarımızı o kurallara yaslanarak yaparız ve her şey muhasebeye döner.

Vicdanı bağımsızlığına kavuşturacaksak eğer, bunu yaşayarak, okuyarak, tartışarak, görerek, bir şekilde farklı düşünme şekilleri olabileceğini, iyinin, doğrunun yüz versiyonu da olabileceğini öğrenerek ve kabul ederek sağlayabiliriz.

Yoksa toplumun bir yansımasına dönmemiz çok kolay. Çoğu zaman, toplum bize ne yapıyorsa, biz de vicdanımıza aynısını yapıyoruz. İnsan kendini sorgulamalıdır'dan kastım kesinlikle bu değil. Önce vicdanımızı rahat bırakmalıyız. O gerçekten sancıdığında, bize sesini duyurur.

Yazının girişindeki cümlelerim, aslında bu noktada bir rahatsızlığımı dile getirmek içindi biraz. Bir olay olması için bekliyoruz sıklıkla. Ve bir olay olunca, bunu duyarlılığımızı göstermek için bir fırsata çeviriyoruz. Hemen hakkında bir şey paylaşma, bir şey söyleme ihtiyacı hissediyoruz.. Birer vicdan muskası takıyoruz boyunlarımıza.

Buna en güzel örnek Hrant Dink. En sağlam vicdan muskası. Fotoğrafını yapıştırıp profilimize kurtuluyoruz her şeyden. Bunu söylerken kendisine bir sözüm yok elbet. Bu ülke için fazla güzel kaldığı kendisi ve cinayeti kazındıkça daha çok çıkıyor ortaya. Yine herkesi katamam elbet ama bu aşırı sempatizan haller bana çok ikiyüzlü geliyor. Savunulan insanla olmak istenilen insan arasındaki uçurumlar sırıtıyor. Kimse bir Hrant olma derdinde değil ama mürit olmak ne güzel! Hrant bu ülkenin İsa'sı oldu. Suçsuz kurbanımız ve onun bitmeyen mahkemelerdeki sonsuz çilesi. Daha ileri gidip içten-içe duyduğumuz batı özlemimize sırdaş bir dinsel iyilik olduğunu ve yine "hepimiz Hrant'ız" söyleminin, barışçı içeriğine gölge düşürmeden, İsa'yla bir olma aşkınlığını çağrıştırdığını söyelebilirim. Bunun olasılıklı bir abartı olduğunu kabul ederim elbet ama düşüncem doğrururken ona abartma da diyemem.

Geri dönüyorum. Kimse bir Hrant olma dedrinde değil derken, herkes Hrant olamaz diyenler var. Bir taklit beklemiyorum elbet. Daha konuyu toparlayarak anlatayım. Vicdanına ve paralelinde düşüncesinde bağımsızlığını görece kazandırabilmiş bir insan, önce kendisine haksızlık etmemeyi öğrenir. O bir insandır ve her insan iki insandır. Öteki yalnızca dışarıda değildir. Her insan içinde kendi ötekisini taşır. Bunu farekttiğinde insan, kendisini işlemeye başlar; ilk ve asıl görev budur. Öğrencilikten toplumda rol almaya başladığınız iş hayatına geçtiğinizde çoğunlukla o ötekiyi öldürürsünüz. Gerçek isteklerinizi, gerçek düşlerinizi, hislerinizi. Artık, size verilen rolün istekleriyle yaşarsınız. Mutluluğunuzun sahte ve taklit olduğunu hissettikçe daha yüksek sesle daha göze görünür olmasına çalışırsınız. Toplumun, çevre koşullarının elinize tutuşturduğu tabancayla, mecbur kalarak veya tercihle ama tetiği kendi elinizle çekerek, kendinizi öldürdüğünüzü bilirsiniz.

Biliyorum, mecburiyetler inanılmaz baskın ve suçlu hiç bir zaman tek başına insan değil. Ama insana dair bir aslolan arıyorsak, bu insanın kendi içindeki ötekiyi takip ettiğince insan olduğudur. Bir tek bu insanı kendi mikro-evreninde arayışı bitmeyen insana, devrimlerin arzulayacağı insana dönüştürebilir.

Bir soru kalıyor. O da bu tanımların bencilliğe, bireyciliğe çok yakın durduğu. Kendi ötekinin izini sür, kendi düşlerini yaşa, oh paşam denebilir pekala.Ötekinin her arzusunu doyurmayı da kastetmiyorum elbet. O zaman dıştaki ben'i ötekileştirmiş oluruz. Bu ebeveyn-çocuk ilişkisi gibidir. Oluşmakta olan şeye yardımcı olmaktır. Biz doğarız, dışarda yaşarız, o ise bize hapis büyür ama tüm sırlar, tüm yapabileceklerimiz de en çok onda saklıdır. Onun zarar görmeye başladığı yerde topluluklardan çıkarız. O, siz bir yüze bakarken, başka bir sesi dinlerken daha çok kıpırdanıyorsa, varlığını hissettiriyorsa orada daha çok bulunuruz.Çocuk, başkasına zarar verecek bir şey istediğinde baba bunu farketmişse kendisiyle çocuğu arasında bir bocalama yaşar. Vicdan da işte o aralıkta atar. Tersini okuduğumuzda, içteki ötekini yok saydığımızda, baba toplumun verdiği rolü oynayan bir prototip olur. Onun düşlerini toplum söyler. Vicdanı da hep kendisi ile toplum arasında atar. Yani kendi prototip hali ve toplum arasında. Onaylanmak, prototipliğini sürdürmek adına da her yaptığını göstermek ister.

Geri dönüyorum. İnsan, kendisinden başlamalıdır hayata diyorum. Gerisinin ne olacağını kimse bilemez. Kahramanlar, devrimler insanın kendisi kadar koşulların da sonucudur. Kimsenin kahraman olması da şart değildir.

Kahraman olmaya koşullanan vicdan muskasıyla yaşayandır. İçten içe İsa'yı kıskanan mürittir o. Doldurduğu boşluklarda rolünü oynar. Nasılsa hayat bir sahnedir; ve ah vicdan ne göstermelik bir şeydir öyle...

Erdem Şimşek
20 Ocak 2013








17 Ocak 2013 Perşembe

Posted by Erdem |






Köprüden değil, bıçak sırtından bir atlayıştı Metin Kaçan'ın intiharı. Ardından bakan, hakkında yazan herkesi o bıçak sırtında dolaştıran bir intihar.


Bakılmadan geçilemeyecek bir olay, okunmadan geçilemeyecek bir yazar var ortada. Olayın gerçeğinin peşini sürmek bile bile kaybolmaya eş. Bilmeden taraf tutmak ise, sonuna yetiştiğiniz bir davada "tamam serbestsin, sevdim seni" veya "hayır, sende tecavüzcü tipi var" diyerek karar vermek gibi bir şey.

Mahkeme koridorlarında dolaşan bir yığın düşünün. Her mahkemenin sonunu yakalıyorlar ve hepsine söyleyecek hazır sözleri, kullandıkları etiketleri var. Hepsine bir söz yapıştırıp bir sonraki mahkeme sonunu beklemeye başlıyorlar. Başlangıç, gelişme kısmı onlara teferruat.

Twitter'daki çılgınlıkları ancak böyle anlatabilirim sanırım. Elbette herkesin bir şeyler söyleme hakkı var; ve bilgi de değil mesele. Kasıt, bu olayda bilginin önünde. Bilgisi olan da olmayan da acıtmak için konuşabiliyor. Belki hala öleni, belki ölen üzerinden tüm erkekleri acıtmak veya haksızlığı-haklılığı pekiştirmek adına. Yine ister istemez bir futbol maçına dönüşüyor olay; ve saflaşmak adına cümleleri bir tweet'e sığdırmak gibi, insanları da bir tanıma sığdırıryorlar, bir kelimeye. Bu herkesin kurtulma yöntemi.

Nedir peki bu insanı bir tanım'a sığdırmak? Tecavüzcü diye bir insan türü yaratmak mesela. Tecavüzcünün sonsuza kadar çilesine susamak; ona ve kişiliğine sonsuza kadar, o hazzı düşleyerek tecavüz hakkını istemek-kullanmak. Pişmanlığı, insanın değişebilirliğini, en kötü hatayı yapan insanın da salt kötülük olamayacağını yoka saymak bu; bilerek. Suçlunun meydana çıkışı, ona aynı şiddeti meşru ve kitlesel bir şekilde göstermek adına toplum için bir ihtiyaç. Suçu şiddete sayarken, cezanın da bir şiddet edimi olduğunu unutursak yola çok geriden başlarız.

Bunları okurken bilinciniz arkaplanda şu şekilde çalışıyor muhtemelen "sen şimdi tecavüzcünün cezalandırılmaması gerektiğini mi savunuyorsun?" Tecavüz bir insanın bir başkasına yapabileceği en kötü şeylerden biri; listenin en yukarılarında kuşkusuz. Güneş K. sırf dayak yiyerek o hale geldiyse bile bu ciddi bir gaddarlık durumunun sonucunu gösterir. Bunu tüm soru işaretleriyle birlikte cepte tutarak hatırlatmaya çalıştığım şey, hiç bir suçun gerçek bir karşılığının olamayacağı. Karşımızda cezasını bir şekilde çekmiş biri varken cezada üstelemeye devam etmek, üstüne bindiğimiz cezanın şiddetini azdırma çığırtkanlığından başka bir şey olmaz. O zaman da suçlanan ve suçlayan iki yüz arasında bir fark kalmaz.

Yazarlığına dönersek...

Aslında her yazar için çok daha özgün, belirleyici tanımlamalar yapılabilir; sonuçta yazı kelimeler üzerine kurulu bir sanat. Ama yine de o pek klişeleşmiş "fantastik bir evren" tanımını kullanmayı tercih edebiliyoruz. Sıklıkla "ağır roman" ve "argo" vurgusu görüyorum, ki ağır roman'ı film olarak bilenler, argoyu ise dahil olunmada zorluklar çıkartacak dikenler olarak düşünebilecekler pek de yanaşmayacaklardır Metin Kaçan'ı okumaya. O yüzden bir yazardan bahsediyorsak biraz daha açıcı olmak gerekir diye düşünüyorum.

Benim Metin Kaçan'a ilgim Ağır Roman ile oluşmadı. Ağır Roman'ı filminden önce ablamdan öğrenip okumuştum. Sevmiştim ama çok da üzerinde durmamıştım. Sonra kendi yazılarımda bir değişim yaşadığım bir dönem oldu. Ki daha yeniydim yazmada. Sadece şiir yazarken, şiirden öykü mü şiir mi olduğu belli olmayan düzyazılara geçmiştim. Ama hepsi çok kısalardı. Bu kadar kısa yazılarla nasıl kitap olur ki diye düşünüyordum kendimce. 40 tane 50 tane mi yazacağım bunlardan! Tam o zamanlarda Harman Kaplan'ın tanıtımını görmüştüm. Ve Harman Kaplan, Fındık Sekiz, Adalara Vapur birbirini izledi. Sonra da malumunuz yıllarca yeni bir kitap gelmedi....

Kusurları olan bir dil Metin Kaçan'ınki. Açıksız değil, öyle bir derdi de yok. Biraz gelişine hissi veren, çok planlı gitmeyen ve bu yüzden de matematik diyemeyeceğimiz bir dil. Şuna benzetebiliriz pekala. Binicilik müsabakalarındaki setleri aşan, eğitimli atları, onların duruşlarını, yürüyüşlerini düşünün. Planlıdırlar, güzel gözükürler. Bir de serbest bırakılmış koşan bir atı düşünün; ve koşarkenki yüzünü; o yüz o zaman başka bir güzeldir, yaban bir güzelliktir. Metin Kaçan'ın kısa öyklülerinde değil ama romanlarında bazen o atın yüzü çok belirginleşir, ama ne nerede çıkacağını kestirebilirsiniz ne de sizi nereye götüreceğini. Kısa öyküleri ise kalemin ucunda oynaşan kelimelerden oluşur. O kelimeler de sevinçli midir, hüzünlü müdür tam bilemezsiniz. Şimdi biz bu ata ne isim versek üzerinde durmayacaktır. Güzelliği de buradadır.

Katil sadece katil değildir veya çok iyi dediğimiz bir insan, he zaman iyi bir insan değildir. Bir insanı tecavüzcü damgasıyla ölümünün ardına kadar kovalarsanız bir şiddet halini sürdürmüş olursunuz. Karşısında mağduru düşünmeden o insanı koşulsuz savunursanız yanlış yere de basabilirsiniz. Gerçeğin izini sürmek, belirginleştirmek, sabitleştirmek bizim işimiz değil. Gerçeğin bir tanıma sığmayacağını hatırlatmak ise her zaman gerekli. Adı toplumun kabul edemeyeceği bir suçla anılan bir yazarın intiharı bıçak sırtından bir atlayıştır. Yazar bir kez daha sorgulanır; ama ardındaki herkes ve genel olarak toplum da aynı bıçak sırtında bir sınav verir. Yanlış yere basan kanar, kanatılır...

Erdem Şimşek
17 Ocak 2013


Posted by Erdem |



Bu bloğu oluşturmamdaki amaç, öncelikle kendime ödevler oluşturup, bu ödevleri yazıya dönüştürmek. Yani fikirleri olan bir kişiye sayıyorsam kendimi, bunları somutlaştırmak için bir adım atmak. Bu blogda gündeme dair yazılar da olacak, edebiyata, sinemaya, doğa ve insana dair yazılar da. Bir kural yok, yazıyla kendimi bağlamak değil, yazıyla düğümlerimi açmak amacım. Ne aralıkla yazarım, ne kadar süre yazmaya devam ederim ben de bilmiyorum ve düşünmüyorum. Şu an ilk iki yazının kapsamı belli ve ilkini yazdım, o kadar. Yolculukların en güzel anı ilk adımıdır diyerek başlıyoruz...