31 Mart 2013 Pazar

Posted by Erdem |




Kendimce çevirdiğim bir Walter Salles röportajı. İngilizcemin problemleri vardır. En aşağıdaki orjinal röportaj linkine bakmadan değerlendirmemeniz tavsiyedir ;) Sırf okumak içinse problem yok ;)



Yolda kitabını ilk okuduğunuzda kaç yaşındaydınız.

Sanırım 18 yaşındaydım. 70’lerin ilk yarısı tamamlanmıştı ve üniversiteden ayrılmak üzereydim. O zamanlar Brezilya hala askeri diktatörlük altındaydı. Genç olmaya dair olan bu kitap üzerimde kuvvetli bir etki bırakmıştı. Çünkü her şeyin olabileceğini düşünmemi sağlıyordu. Yaşamı sonuna kadar yaşamak kurallara itaat etmekten çok daha önemliydi. Uyuşturucu ve seks yaşamı anlamak ya da daha yoğun hissetmek için kullanılabilecek öğeler olabilirlerdi. Brezilya’da öylece yola düşmek imkansızdı. Çünkü hemen askeri devriyelere takılırdınız. Ama bu kitapla bir şekilde yolculuk yapmış oluyordum.

Che Guevera’nın gözlerini açan yolculuğu anlatan bir yol filmi olan ve olumlu tepkiler alan Motosiklet Günlükleri ile bu filmi karşılaştırırsak neler söyleyebiliriz?

Birbirlerini tamamlar nitelikteler. Tam olarak benzer değiller ama birbirlerini yansıttıklarını söyleyebiliriz. Motosiklet Günlükleri’nde karakterler bilmedikleri bir ülke ve halkla yüzleşiyorlar. Bu dönüştürücü bir deneyim. Yolda filminde ise bu dönüşüm, bir grup içinde ve evlerine dönüşen bir arabanın içinde gerçekleşiyor. Beat kuşağı şairi Gary Snyder bir keresinde “İyi bir muhabbet için binlerce mil sürecek yolculuklara hazırlanıyorduk” demiş. New York’tan San Francisco’ya dosdoğru gitmiyorlar, Yaşlı Boğa Lee’den ( William S. Burroughs) haber almak, Celine, Maya kitabeleri veya ilginç uyuşturucular hakkında konuşmak için New Orleans üzerinden dolanarak gidiyorlardı. Entelektüel arayışlarında gezileri Ernesto ve Alberto’dan farklıydı. Her ikisinin de en benzer noktası şuydu ki, içlerinde kaynayan gençlikleri yolculuklarına ilham olan öğeydi. Bu 18-20’li yaşlarındaki gençlerin hikayeleri, onlara sunulan geleceği reddedenlerin hikayeleriydi.

Beat kuşağı, korkusuzca yaşamsızlığa karşı koyma iradesi ve cesareti ile mi tanımlanır?

Kendilerini gerçeğe doyurur ve sonra bunu kitaplar, şiirler ve şarkılar aracılığıyla insanlıkla paylaşarak deneyimlerini aktarırlardı. Bu, onların nasıl bir kuşak olarak adlandırıldıklarını da anlatıyor. Toplumun gidişatına karşı başka bir şeyler önermek için nerede olduklarını anlamaya dair bir çaba olarak dünyayı keşfe çıkarlardı.  “Yolda”, edebiyat, müzik ve şiirdeki anlatım biçimlerinin muazzam bir dönüşümünün habercisiydi. Beat kuşağı, Living Theatre’ı, Village Voice’un yeni gazetecilik anlayışını, Jules Feiffer’in karikatürlerini, Lenny Bruce, ‘un mizahını ve Jackson Pollock’ın “action painitng” eserlerini; tüm bunların ortaya çıkışını geriye çekti. Amerikan kültüründeki iç patlamaları ve yaklaşan uyanışı duyurdular. 1960’larda baskın Kuzey Amerika kültürüne karşı koyan hareketlerin ilk çatırtılarıydılar. Beat kuşağı kendisini huzursuz hisseden bir kuşaktı. Onlar başka türlü bir şeyler bulmak istediler. Ne bulacaklarını onlar da bilmiyordu ama içlerinden çıkacak şeyi tükürmek için tek yol olarak kendilerini gerçeğe doyurdular.

Ama egemen görüş direndi. Yolda’nın yayımlanması yıllar aldı.

Tam olarak yedi yıl. Kitap olumlu karşılanmamıştı. Meslektaşı Truman Capote, “bu edebiyat değil daktilografi” diyerek alay etmişti. John Updike sayfalarını parçalamıştı. Gore Vidal’e göre, Kerouac ve Ginsberg önemli yazarlar değillerdi. Eleştiriler ikiye bölünmüş, kitap ciddi tepkilere sebep olmuştu. 70’ler ve 80’lerde kitabı kitapçılarda bulmak neredeyse imkansızdı. Kerouac’ı okumak zorlaşmıştı artık. Ancak, son 15 yıldır kitaba ilgi yeniden yükseldi. Kerouac’ın eserleri üzerinden iki film daha yapıldı. “Big Sur” mesela. Bu yeniden ilgi nereden kaynaklanıyor? Bence Kerouac’ın eserleri, özellikle “Yolda” ve “Cody’nin Düşleri” yaşamı dibine kadar yaşamının ve kısıtlamaları reddetmenin, diğerlerinin empoze ettikleri sınırları geri itmenin tanıklıklarıydılar. Başkan Bush’un yönetimindeki boğucu korku kültürü McCarthy dönemindekine benziyor. Kerouac’ın külliyatı zamanının ötesindeydi ve şimdi bugünkü gerçekliğimizle eşleşiyor.

Kristen Stewart’ın rolün hakkından gelmesine şaşırmadım ama Garret Hedlund’un oyunculuğu beni şaşırttı. Nasıl oldu da donuk bir film olan Tron’dan bir oyuncuyla oyuncu kadrosunu tamamlamaya karar verdiniz? 

Oyuncu kadrosu altı sene evvel şekillenmişti. Garret Hedlund bu ilk oyuncu deneme çekimlerinde bulunanlardandı. Minnesota’daki çiftliğinden bir otobüse ve ardından bir diğerine atlayarak doğruca bize gelmişti. İki parlak okumanın ardından, “Yolda” ile ilgili bir yazı sundu bize. Kavrayışına tutulmuştuk. Gezginlik ve gençliğin güvensizliği üzerine yerinde yorumları olmuştu.
Kristen Stewart ise biraz şans eseri oldu. Motosiklet Günlükleri ve Alejandro Innaritu filmlerinin müziklerini yapan Gustavo Santaolalla ile karşılaşmıştım. Sean Penn’in Into the Wild filmini henüz izlemişti. Bana Marylou’mu bulduklarını iddia ettiler. Daha önce hiç adını duymadığım Kristen Stewart’tı söyledikleri isim. Sonra Kristen Stewart’la tanıştık ve o da bana Yolda’yı başucunda sakladığını ve Marylou’yu içten içe tanıdığını söyledi.

Hayranları için “Yolda” kitap olmanın ötesinde bir kutsal kitap mertebesinde.

Hepimiz tutkuyla bağlıyız. İzleyici sayısıyla ilgilenmiyoruz. Sadece tutkumuzu film makarasına aktarmak istedik. Tutku olmadan binlerce kilometreyi sağ salim aşmak imkansız. Amerika’da şehirlerin önemi azaldı. Şehir merkezleri ölü. Küçük topluluklar periferik bölgelerde biçimlendiler; ama hepsi birbirinin aynı olarak. Amerika’da mimari ve coğrafya üzerindeki McDonalds ve Wall-Mark etkisi iyi yerler bulmamız için uzun zamanlar harcamamıza sebep oldu. İçimizden küçük bir grup bütün rotayı birlikte gezdiler. Böylece Kerouac’ın ruhuyla son sınırı görebilecektik. Farkındalıkla ya da bilinçaltında kitaptaki karakterler Amerikan Rüyası’ndan ne kaldığına bakıyorlar. “Yolda”, yolun sonu ve karanın nereye kadar uzandığıyla ilgili. Hala keşfedilebilecek ne var? Esas soru bu. Jorge Luis Borges, isim verilmemiş şeyleri isimlendirerek edebiyatın ilginçliğini göstermişti. Bu genç yazarlar ve şairler de henüz keşfedilmeyenleri bulmak için yola düşmüşlerdi. Sal, her şeyi kaleme aldı. Hala keşfedilecek bir toprak var mı? Hala anlatılacak bir hikaye? Bu sorular şimdi her zamankinden daha yerinde sorular. 

(agendamagazine.be )
Orjinal röportaj için tıklayın.
Çeviri: Erdem Şimşek

24 Mart 2013 Pazar

Posted by Erdem |




ANLATIMIN SINIRLARINDA

Erdem Şimşek

Kelimeler, tanımlayan, değer veren olarak her zaman önce gelirler. Her şeyi tanımlarken kullandığımız kelimeler, bir müziği tanımlarken yalnızca o kelimelerin alabileceği şekiller, kalıplar dahilinde kalırlar. Oysa müzik akışkandır. Yapı maddesi tamamen başkadır. Yazıya çevrilemeyecek bir dildir müziğin dili. Hislerin, sezgilerin  alanında dirilir, oralarda gezinir.

Müzik gibi doğanın da bir dili vardır; görünümlerin, kokuların...

Algı, yazıyla ifade edilebilen her şeyi kavramlara bağlayarak tutar. Görünümlerin, müziğin dili ise çok daha açık uçludur. Bu özellikleriyle de öğreticidirler. Bize, büsbütün anlama çeviremeyeceğimiz bir dilde fısıldarlar.

Keith Donohue'nin “Çalınan Çocuk” isimi kitabı ifritler tarafından kaçırılan bir çocuk ve o çocuğun yerine geçen bir ifritin paralel hikayelerini anlatır. Çocuk yaşadıklarını yazarak hikayeleştirirken, çocuğun yerine geçen ifrit bir besteyle hikayesini anlatır. Anlatılan aynı hikayedir aslında ama müzikle anlatılanı artık başka bir boyutta yaşayan, çalınmış çocuk anlar yalnızca.

Müziğin dili söz içermediğinde anlam oluşturmaktan uzak olmakla birlikte bazı diziler, yinelemeler, geçişler oluşturur. Yan yana yazdığımızda bunların kurgu denen şeyi oluşturan öğeler olduğunu görürüz. O halde müziğin bize kendine özgü diliyle ve olanaklarıyla kurgunun çok farklı olasılıklarını öğretebileceğini söyleyebiliriz.

Bu yazının konusu Trent Reznor ve Nine Inch Nails. Ancak Reznor’un yaptığı müziği bir yere koymak için hem müziğin dili’ne hem de kurguya dair bir giriş yapmak şarttı. Çünkü evet pek de keyifle içten abartarak Reznor’un o sınırlara dair bir farkındalıkla, anlatımın sınırlarında gezerek müzik yaptığını söyleyebilirim.
Yeni melodiler oluşturmanın artık daha zorlaştığı günümüzde ses miksajı, kurgu, düzenleme gibi şeyler artık farklılık yaratmanın araçları olarak öne çıkıyorlar. Tam da bu noktalarda Trent Reznor net bir şekilde Jedi statüsünde...

Nıne Inch Nails'ın ilk dönem müzikleri bilinçli olarak dizginlenmeyen bir öfke ve o öfkenin ışığında daha sahicileşen küfür gibi bir hüzün içerir. Ingeborg Bachmann'ın söz ve müziğin birlikteliğine dair şu sözlerini hatırlatır; "Birlikte ve birbirlerine duydukları hayranlıklarıyla müzik ve söz bir öfkedir, bir başkaldırıdır, bir aşk ve bir itiraftır." Piggy buna net bir örnektir. Öfkeli, suçlayan bir ayrılık şarkısıdır Piggy. “Nothing can’t stop me now, I don’t care anymore” der ama son cümlesi You don’t need me anymore” olur. Son cümlede kendi acizliğine döndürür oklarını.

Trent Reznor'un bu öfkesi zamanla diner ve müziği gün geçtikçe deneysel boyutlara varır. Ama her aşamasında kurguyla ilgili bir şeyler anlatır bu müzikler. Corona Radiata ağır ağır başlar, hiç bir beklenti oluşturmaz, ayda bir uyku halidir, derken dipten sesler gelir, yerçekimsiz uyanılır.  The Beautyof Being Numb yükselen, tırmalayıcı bir müzikle başlar ve sonra müzik bir anda boyut değiştirir.Dişlileri duran makineden bir baloncuk çıkar ve şarkının adı gibi hissizleşmenin güzelliğini yaşatır. The Great Below derinliklere yazılı bir öyküdür, daha da derine gitmek için kollarınızı bırakmak zorundasınızdır. Öykünün sonunda bir karanlıkta kalırsınız, dışarıda dünya yoktur. Eraser, başlangıcından itibaren etkisi artarak ablukaya alır, sonra sözler gelir, açık, dolaysız, şiddetli, tehditkar ama silah sizin elinizdedir.

Sonrasında Atticcus Ross ile yaptığı film müzikler ve devamında How to Destroy Angels projesi Trent Reznor’un edindiği çizgiyle yetinmeyen bir müzisyen olduğunu gösteriyor. O arayışını sonlandırmıyor. Ama şimdi dönenin, hiçbir zaman aynı insan olamayacağı bilgisiyle bir köklerine dönüş hikayesi söz konusu. Bu yakınlarda Nine Inch Nails’in dönüş haberini duyurdu Reznor. Dağın altında bekleye bekleye iyice sönmüş müdür öfkesi yoksa iyice bilenmiş midir, bilemiyoruz. Teknolojinin hantal’dan ultrahafife evrimi gibi Reznor’un müziğinde de hafifleyen şeyler var. Ama hafiflerken de kurgu öğretmeye devam eden bir müzik bu. Reznor’un kullanımıda müziğin dili, bize; anlatımın yüzlerce şeklinin olabileceğine kelimelerle anlatıldığında inanmayı beceremeyen beynimize başka kanallardan ulaşan bir dil oluyor. Bir teknolojik ifrit diyelim ona. Kulaklarıyla ağır makinelerin müziğini keşfetmiş ve avını takip ederken en ince yollara girmiş ve belki iz sürdükçe hafiflemiş… Ama anlatımın sınırlarından hala bize anlatacakları var onun. Anlama sığdırmadan kulak vermeyi becerebilirsek eğer…

Adrift and At Peace / Nine Inch Nails 
İç sıkıntılarımda yinelemelerine sığındığım şarkıdır. Tekrar tekrar aynı dokunuşlar, her şeyi susturur...


 

What if We Could / Trent Reznor and Atticus Ross 

 








 Aphelion / Trent Reznor and Atticus Ross 
-İzahı Yok-





How Long / How to Destroy Angels
Dinamik-Distopik