17 Haziran 2013 Pazartesi

Posted by Erdem |


Horsbrugh Castle / Kenneth M Allan


Biz Sefil İnsanlar

Erdem Şimşek

Dünya varlıklarının tamamına yakınının en zengin, diyelim yüzde beşe ait olduğunu vurgulayan cümleler artık kanıksadığımız ve kabul edelim ki okuyup geçtiğimiz cümlelerdir. En zenginler listeleri ve onların değerlerini karşılayan ya da yoksulluğu belirleyen rakamlar... Sürekli kutuplara seyreden bu istatistikler, çevreleri hikayeleriyle örülmediğinde bugünün dünyasında borsa dilinde konuşan rakamlar olarak kalırlar. Es geçmekte haklıyızdır. Gerçek, bizim yaşadığımızdır. Rakamlarınız bize bir gerçek anlatıyorsa eğer, lütfen kalıplaştırmadan, adam gibi anlatın! Alın sizin olsun bir "vay be"; ama bunu yalnız rakamlarla ya da tekrardan yıpranmış cümlelerle değil, rakamların ya da kelimelerin içinde "can" taşıdıklarına inandırarak alın!

Söze buradan girdim, çünkü Bauman söze buradan, istatistiklerden; ama taşıdığı kaygıya ortak olmamızı sağlayan bir dille giriyor. Yüzde beşe, ona değil, anlamak için binde bire kadar inmek gerektiğini, bu rakamların ülkelerin ortalama gelirlerine göre alındığını, gerçek uçurumların kat be kat fazla olduğunu ekleyerek. Bir köprüyü ayakta tutanın onu taşıyan yük tabliyelerinin ortalama taşıma kuvveti değil, en zayıf olanının taşıma kuvveti olduğunu söylüyor Bauman. Buradan da istatistiklerde alınan ortalama değerlerin anlamsızlığına vurgu yapıyor. Verdiği Amerika - Japonya kıyaslaması çarpıcı bir etkiye sahip. Amerika eşitsizliğin en yüksek olduğu ülkelerden biri iken Japonya tam tersi bir durumda. Ve obezite, zihinsel problemler, cezaevlerinin sayısı gibi veriler Amerika'da ne kadar yüksekse Japonya'da o kadar az. Bu iki ülke arasındaki kültürel farklar kuşkusuz es geçilemez ama görece yakın kültürlere sahip Avrupa ülkeleri arasındaki kıyaslamalarda da bu doğru orantılar değişmiyor. Sosyal eşitsizlik arttıkça hastalık, toplumun uzuvları olan bireylerde sancıyor.

Eşitsizliğin diğer bir boyutu olarak oluşan altsınıfları ve onların değersizleşmelerini vurguluyor Bauman. Doğal felaketlerde "ikincil hasarlar" olarak kaydedilen yerel yoksullar, piyasaların şekillendirdiği günümüz toplumu için birincil derecede bir kayıp olmadıkları gibi, kazanca bile sayılabilirler. Çünkü onlar tüketime yeterince yöneltilemeyen defolu tüketicidirler; ve üretim için ihtiyaç duyulmayan yerel fazlalıklar...
Bauman, burada Katrina kasırgasını örnek verir. Kasırga beklenmeyen bir felaket değildir. Hareket etme şansları olanlar kasırgadan önce oradan ayrılırlar. “Kasırga geldiğinde o felaketten etkilenenler, kasırga vurmadan önce düzen ve modernleşme tarafından reddedilenlerdi… Kasırganın kendisi insan ürünü olmasa da, insanlar için doğurduğu sonuçlar, kesinlikle öyleydi.”

Burada bizim de aklımıza Ben Zeitlin’in ülkemizde “Düşler Diyarı” ismiyle gösterilen filmi gelir. Filmde buzulların eriyeceği ve suların yükseleceği artık çok yakın, beklenen bir felakettir. Şehirde yaşayanlar, bu felaketten korunmak için şehirlerine bir set inşa etmişlerdir. Bu koca güvenlik önlemine rağmen korkuları da bir şekilde vurgulanır. O setin dışındakiler, sularla çevrili bir bölgede yaşayanlar, yerlerinden ayrılmadan sonucu beklerler. Sonunda buzullar erir, sular yükselir ve elbet bu felaket dışarıdakileri vurur. Filmin sinemasal eleştirisi bu yazının konusu değil; ancak sosyolojik olarak verdiği şablon Bauman’ın anlattıklarıyla oldukça örtüşüyor. Evrensel bir felaketten en çok etkilenecek olanlar yerellerdir. Onlar “gözden çıkarılabilir” anlamında “ikincil hasarlar” olarak tanımlanır. 

Düşler Diyarı / Beasts of the Southern Wild

Bauman, modernitenin, onun araçsal aklının ve araçsal aklın kurumsal versiyonu olan bürokrasinin yarattığı sonuçların dehşetiyle kendini postmodern saflarda konumlandırmıştır. Bauman için postmodernite, kendi işleyişinin farkına varmış, ulaşılamaz amaçlarından; kesinliklerden, mükemmellikten vazgeçmiş öz bilinçli bir modernitedir.

Ancak yakın dönem eserlerinde Bauman moderniteyi tanımlamak için postmoderniteyi kullanmayı bir kenara bırakmış gibi gözüküyor. Bunun yerine sıvı modernite kavramını kuramsal çerçevesinde merkeze alıyor. Modernitenin ortaya çıkışında, eski yapıyı çözerken sıvı (likit), kurucu aşamasında katı (solid) ve bugün yeniden sıvı durumda olduğunu söylüyor.

Önce katı moderniteyi anlatalım. Modernitenin kurucu dönemidir bu. Aydınlanma sonrası, rasyonel aklın önderliğinde yüksek değerler yaratıp yeni bir insanlık inşa etme girişimidir. Komünizm modernitenin bu bayrağını teslim almış ve onu en uç noktalara taşımıştır. Ancak katı modernite tabiri caizse duvara toslamıştır. Bauman, Modernite ve Holocaust isimli kitabında modernitenin ve araçsal aklın bir ürünü olarak gördüğü Holocaust ile imler bu yıkımı. Onu dehşete düşüren uygarlığın ulaştığı en yüksek seviyede, en normal insanların elinden uygulanan bu programlı şiddettir. Holocaust modernite projesinde bir sapma değil tam tersine onun kaçınılmaz bir sonucudur.

Platonov ise “Çukur” isimli kitabında geleceği temsil edecek bir yapının inşasında, gelecek inancına tutunan işçilerin o temel çukurunda git gide sönen bir ateşe dönüşmesiyle metaforlaştırır bunu. Yine de Platonov'un hikayesinde Çiklin’in kafasını gömdüğü mezar çukurunda; elbet o en karanlık noktada, acı bir umut Nastya’nın (*) isminde saklı kalır.

Sıvı modernite ise bugünü anlatır. Küreselleşme sonrası sermaye için sınırların bir önemi kalmadı. Onlar akışkan uzamda dilediklerince hareket ederlerken, o uzama ulaşamayanlar yerelliklerinde saplı kaldılar. Rolleri değişen devletler de kendilerini yeniden tanımlamak zorundaydılar. Piyasalara müdahale değil, daha fazla özgürlük yasaları çıkartmak durumunda kalan devletlerin bugünkü çığırtkanlıkları da aslında varoluşsal çırpınışlarını anlatıyor. İhtiyaç duydukları belirsizlik, korku ve gerginlik içinde, sürekli alarm halinde yaşayan bir halk! Ve bakın bu durumda terör nasıl kutsal bir reçeteye dönüşüyor. İktidardan yoksunlaşan siyasetin göçmen karşıtı politikalara tutunması boşuna değil. Tüketmeyi beceremeyen yoksullar da birer asayiş sorununa indirgenerek kullanışlı hale getirilebilirler pekala. Parmak sallayanların hükümranlığı ve insanın insandan korkusu! Hangisi önce gelir?

Bir şehri yapılandırmak yaşamı yapılandırmaktır. Rastlantıyı, yüz yüzeliği öldüren toplu konutların ve her geçen gün artan güvenlik önlemlerinin farklılıkları ayıran, toplumu benzerleriyle bölen bir karşılığı vardır. Burada Richard Sennet’in “benzer olma isteğini yansıtan “biz” hissi, insanların birbirlerini daha derinlemesine inceleme gereksiniminden kaçınmaları için bir yoldur” cümlesini alıntılar Bauman. Ne yabancılara konan mesafe ne de fazlalaşan güvenlik önlemleri bizi belirsizlik ve güvenlik korkularından kurtarmaz, aksine onlara daha fazla bağımlılaştırır. Yabancı bir tehlike değil, yüzünde insanlığımızı bulacağımız ötekidir.

“Biz” demişken; kitap sosyal eşitsizlik ekseninde farklı makalelerden oluşuyor. Ancak bana sorarsanız çekirdeğini oluşturanbölümü ya da kara kutusu; "Wir arme leut", (Biz Sefil İnsanlar) başlıklı bölüm. Burada George Büchner'in oyunundan uyarlanan Alban Berg'in Wozzeck isimli operasını ele alıyor Bauman. Wozzeck bir başarısızlık abidesidir. Kaptan ve Doktor isimli iki karakterin aşağılamalarına maruzdur. 

"Wir arme Leut diye yanıt verir Wozzeck, ne kadar çabalarsak çabalayalım sizin gibi yaşayamayız..."
Oyunun kuralları Kaptan ve Doktor gibi insanlar tarafından konulmuştur. Bu oyunda sefillere düşen rol birer sefil olmaktır. Bauman, Wozzeck'in biz diye tanımladığı topluluk içinse şöyle der: "Sefaletleri onları bir araya getirmektense ayırır ve böler. Fakir insanlar, acılarının yükünü bireysel olarak çekerler, çünkü... mağlubiyetleri ve sefaletleri için bireysel olarak suçlanırlar."

Bu, bugünün sıvı modern dünyasını da anlatır. Bauman sıklıkla bireylerin özgürlüklerinin arttığını ama sorumluluklarının yüklerini de tek başlarına taşıdıklarını, sonuçlarına tek başlarına katlandıklarını vurgular. Bu yalnızca fakir olmakla alakalı bir durum da değildir. Birçoğumuz yaşımız ilerledikçe kendimizi başarısız birer proje gibi ( evet bir proje; çünkü biz sıvı modern dünyada yaşayan ama bilincimizde katı modern dünyada şekillenen kavramların tohumlarıyla doğan insanlarız )hissetmiyor muyuz? Ya da adapte olanların Kaptan ve Doktor gibi yüzlerimize basmaktan haz aldıklarını fark etmiyor muyuz? Doğru ya, bu açıdan da biz sefil insanlarız. Rollerimizi biçimlendiren giysilere tam sığmak için Kaptan ve Doktor gibi davranmak zorunda hissediyoruz.

Büyük oranda Emmanuel Levinas etkisiyle şekillenen Bauman’ın ahlak anlayışına göre ahlak, düşünceden önce vardır, önce gelir. Çünkü düşünce başladığında ahlakın rolü bitmiş, akılla şekillenen bir hesap işin içine girmiştir. Günümüzde ise ahlakı piyasanın şekillendirdiğini, tüketimin ahlakı koşullandırdığını anlatır Bauman. Artık satın alınabilir bir ahlak vardır ve ironik bir şekilde gezegeni tehdit eden unsurlar devreye girdiğinde en ciddi tehdidin de tüketim alışkanlıkları olacağını söyler.

Biz sefil insanlar istatistiklerde çoğalıyor ve odalarımızda yalnızlaşıyoruz. Yine de bu cümlede bir umut var. Sennet’in sözü kulağımızın arkasında; ama biliyoruz ki Çiklin’in kafasını gömdüğü mezar çukurundadır umut. Ölümün kucağından alınması gerekendir. Yalnız benzerlerimizle oluşturabildiğimiz “biz”i bu sefaletinden kurtarmak gerekir. Çünkü bir umut varsa hala içinde "biz" olan cümlededir. Yüz, kendine benzeyeni arar ve bulunca rahatlatıcı bir “biz” olur. Öbür taraftan yüz, bir yüz ona döndüğünde açılır, iki yüz birbirine döndüğünde “biz” olur. Rahatsız edip etmediği sorusu geldiğinde ahlak son bulur…

* Nastya ismi Rusça'da sözcük anlamı hayata döndürme, canlandırma olan "Anastasiya" isminin kısaltılmış halidir. Kaynak

-Mart 2013-


Modernite, Kapitalizm, Sosyalizm / Zygmunt Bauman / Say Yayınları

13 Haziran 2013 Perşembe

Posted by Erdem |





Sıvı Sıvıyı Söker

Erdem Şimşek

İnsanı nereye koyarsan oraya kök salar. Aklı vardır kuşkusuz. Onu oradan çekip götürecek ayakları da. Ama gitmez. Yükümlülükleri vardır belki. Belki de orada kendine yükümlülükler yaratmıştır. İnsandan insana geçerken kelimeler, bağ örerler. Bilincinize çaktırmadan hissel uçlara sahip kökler salarsınız. İnsan yerini sever. Onu nereye koyarsan, orayı sever. Bilinç, gitme vakti geldiğinde, ayakları çektiği zaman; işte o zaman bağların farkına varır. 

Toplumsal hayatı bir makine gibi resmedebilirsiniz. Bunun için teoriler yazabilir, toplumu oluşturan öğeleri tek tek anlatıp bir bütünlüğü resmederek “işte olan biten bu” diyebilirsiniz. Ama ne kadar kusursuz bir makine çizerseniz çizin, insanın olduğu yerde, dönüyorsa da, duruyorsa da makine; bu, toplumsal hayatın kusursuz çizilişinden olmayacaktır. Dişlilerin arasında sıvı bir madde vardır. Biz onlara duygular deriz. İktisadi bir gerçeklik olarak duygular! Bizim köle gönlümüzden akan ya da bir isyan çarpıntısı başlatacak olan duygular.

“Marx Spinoza’dan sonra yaşamış olabilir ama, bugün Spinoza Marx’ı tamamlamamızı sağlayacaktır” diyor Ferederic Lordon. Spinoza’nın Etika’sını Marx’ın Kapital’ini yorumlamak için bir kılavuz olarak kullanıyor kitap boyunca. Küreselleşen dünya ile kitlesel işsizlik konjönktürü patronları daha kararlı, tahakkümü daha keskin kılarken, nasıl oluyor da köleliğin gönüllü versiyonu bu kadar istikrarlı bir hal alabiliyor? Soru bu. 
Sorunun cevabında, öncelikle şirket yapılanması ile ortaya çıkan yönetici sınıfı ele alıyor Lordon. “Tahakkümün genel görünümü Marx’ın analiz ettiği iki kutuplu antagonizmanın ima ettiğinden daha grifittir” diyerek sermaye-emek karşıtlığının bu ikincil tahakküm ilişkileri ile belirsizleşmesinden bahsediyor. Bu hiyerarşik kölelik yapısı ile kölelikten efendi-köleliğe terfi bir basamak mesafeye iniyor yalnızca. Baskı ile adlandırılanın aynı anda rıza ile yaşanıyor olması da bu ilizyonun bir başka görünümüdür. “Baskı ve rıza iktidara ve normalleştirmeye dayalı kurumsal koşullarda, keder ve sevinç duygusunun aldığı isimlerden başka bir şey değildir.” Bu ikisinin isimler üzerinden ayrışmasının arka planını da Lordon’un Spinoza’dan alıntıladığı şu cümle ile açıklayabiliriz: “İnsanlar kendilerinin özgür olduklarını sandıklarında yanılırlar. Bu sanının tek dayanağı, insanların kendi eylemlerinin bilincinde oldukları halde bu eylemleri belirleyen nedenleri bilmemeleridir.”

İnsanın içindeki nesnesini bulamamış saf arzuyu “conatus” kelimesi ile tanımlıyor Lordon. Ama kapitalizmin de bir conatus’u vardır. O da arzusunun akışını, yaşamını sürdürmek için kendisine uygun koşullar oluşturur. Toplumsal yaşamı kendisine göre şekillendirir. Durmadan dönen dünya, biz kıvamımızı bulana kadar durmadan döndürür.

Ve nasıl kapitalizm hep sevilmek isteyen yıkıcı bir canavarsa, onun kurumsal ifadesi olan şirketler de, ete kemiğe bürünmüş hali olan patronlar da aynı şekilde davranır. Çalışanlarının arzusunu kendi arzusuyla eşlemek ister patron. Ve patron güldüğünde, çalışan da güler kırık dişleriyle. Patronun yüzündeki gülümsemeyi kendisinin sanır. Aynası iştir kişinin, zincirlere bakılmaz.

Aynı patron, ya da patronun şirket yapılanması içerisindeki kukla-klonu olan yönetici, çalışanın müşterilerle ilişkisinde de bir sahicilik ister. Çünkü orada da duygular devrededir ve sevgili, sevgilisine inanamazsa telefonu suratına kapatır. “Farz edelim ki bir gün, örfle adetin ve kanunların değişmesi sayesinde, fuhuş yeraltından çıkıp piyasanın resmi alanına girerse, hiç şüphe yok ki fuhuş işine atılan şirketler çalışanlarından gerçekten öpüşmelerini ve sonrasında sevmelerini talep edecektir. Neoliberal sermaye dünyası, kiralık sevgili dünyasıdır.”

Tüm bu tahlilleri yaparken Lordon, her şeyin sebebi olarak arzuları ve insanın duygu dünyasını gösterirken, tüm bunları yıkacak öğe olarak da yine duyguları işaret ediyor. Öfke olmadan isyan olmayacağının altını çiziyor. Ama öfke nerede doğacak? Belki de bugünün iş dünyasının grifit yapısı en çok bunu engelliyor. Burada yaşamın her noktasını şekillendiren tüketimin de bir rolü var. Tüketim için düzenlenen piyasa o kadar çok çeşit içeriyor ki 1 liraya da sahip olup mutluluk duyulacak şeyler var. Herkesin kesesine göre edinebilir mutluluk çeşitleri sunan bir pazar! Hem yaşadığı an içinde kim gülmek yerine ağlamayı tercih eder ki? Öfke ise zor bir karışımdır. En başta doğumu zordur. Yükselen vücut ısısına uzun süre dayanmayı gerektirir. Öfkenin coşkuya vardığı ansa havanın dönüp rüzgarın işçiden estiği andır. Ya da öyle olmasını isterdik! Ama bilinç düzeyinde sebepleri öfkeye döndürecek çarklar başka duygu sıvılarıyla bulanık çoğu zaman. Arenadaki boğa gibi ölümüne dövüşmeyecek insan. Onun gidecek bir evi var. Alacaklar listesi, ihtiyaçları var. O ilerlemeye inanıyor ama zamanın sürekliliğine, ilerlemeyi karnında taşıdığına da inanıyor. Tahayyülünde yıkıp kırmak yok. Çünkü kırarsa, yıkarsa onca çalışarak edindikleri değersizleşecek. Eklemlenme böyle bir şey. Yine de duygular konusunda haklı Lordon. Çünkü “bu insan” teoriyle, kuramla kaldırılamaz koltuğundan. Ve kanalları tıkayan maddenin sıvı olduğundan bahsediyorsak, daha yoğun bir sıvı madde değiştirebilir her şeyi. Kollektif bir hal aldıkça küçük patlamalarla çoğalacak bir madde! 

Başka türlü bir duygu her zaman mümkün. Hiçbir şey öğretmediyse, bunu öğretmiştir hayat!


Kapitalizm, Arzu ve Kölelik -Frederic Lordon - Metis Yayınları

 Mayıs (2013) ayı ortalarında yazılmış, 8 Haziran tarihli Yurt Gazetesi Kültür Eki'nde yayınlanmıştır. Üstteki fotoğraf 13 Haziran Maslak Ntv protestosunda çekilmiştir.

31 Mart 2013 Pazar

Posted by Erdem |




Kendimce çevirdiğim bir Walter Salles röportajı. İngilizcemin problemleri vardır. En aşağıdaki orjinal röportaj linkine bakmadan değerlendirmemeniz tavsiyedir ;) Sırf okumak içinse problem yok ;)



Yolda kitabını ilk okuduğunuzda kaç yaşındaydınız.

Sanırım 18 yaşındaydım. 70’lerin ilk yarısı tamamlanmıştı ve üniversiteden ayrılmak üzereydim. O zamanlar Brezilya hala askeri diktatörlük altındaydı. Genç olmaya dair olan bu kitap üzerimde kuvvetli bir etki bırakmıştı. Çünkü her şeyin olabileceğini düşünmemi sağlıyordu. Yaşamı sonuna kadar yaşamak kurallara itaat etmekten çok daha önemliydi. Uyuşturucu ve seks yaşamı anlamak ya da daha yoğun hissetmek için kullanılabilecek öğeler olabilirlerdi. Brezilya’da öylece yola düşmek imkansızdı. Çünkü hemen askeri devriyelere takılırdınız. Ama bu kitapla bir şekilde yolculuk yapmış oluyordum.

Che Guevera’nın gözlerini açan yolculuğu anlatan bir yol filmi olan ve olumlu tepkiler alan Motosiklet Günlükleri ile bu filmi karşılaştırırsak neler söyleyebiliriz?

Birbirlerini tamamlar nitelikteler. Tam olarak benzer değiller ama birbirlerini yansıttıklarını söyleyebiliriz. Motosiklet Günlükleri’nde karakterler bilmedikleri bir ülke ve halkla yüzleşiyorlar. Bu dönüştürücü bir deneyim. Yolda filminde ise bu dönüşüm, bir grup içinde ve evlerine dönüşen bir arabanın içinde gerçekleşiyor. Beat kuşağı şairi Gary Snyder bir keresinde “İyi bir muhabbet için binlerce mil sürecek yolculuklara hazırlanıyorduk” demiş. New York’tan San Francisco’ya dosdoğru gitmiyorlar, Yaşlı Boğa Lee’den ( William S. Burroughs) haber almak, Celine, Maya kitabeleri veya ilginç uyuşturucular hakkında konuşmak için New Orleans üzerinden dolanarak gidiyorlardı. Entelektüel arayışlarında gezileri Ernesto ve Alberto’dan farklıydı. Her ikisinin de en benzer noktası şuydu ki, içlerinde kaynayan gençlikleri yolculuklarına ilham olan öğeydi. Bu 18-20’li yaşlarındaki gençlerin hikayeleri, onlara sunulan geleceği reddedenlerin hikayeleriydi.

Beat kuşağı, korkusuzca yaşamsızlığa karşı koyma iradesi ve cesareti ile mi tanımlanır?

Kendilerini gerçeğe doyurur ve sonra bunu kitaplar, şiirler ve şarkılar aracılığıyla insanlıkla paylaşarak deneyimlerini aktarırlardı. Bu, onların nasıl bir kuşak olarak adlandırıldıklarını da anlatıyor. Toplumun gidişatına karşı başka bir şeyler önermek için nerede olduklarını anlamaya dair bir çaba olarak dünyayı keşfe çıkarlardı.  “Yolda”, edebiyat, müzik ve şiirdeki anlatım biçimlerinin muazzam bir dönüşümünün habercisiydi. Beat kuşağı, Living Theatre’ı, Village Voice’un yeni gazetecilik anlayışını, Jules Feiffer’in karikatürlerini, Lenny Bruce, ‘un mizahını ve Jackson Pollock’ın “action painitng” eserlerini; tüm bunların ortaya çıkışını geriye çekti. Amerikan kültüründeki iç patlamaları ve yaklaşan uyanışı duyurdular. 1960’larda baskın Kuzey Amerika kültürüne karşı koyan hareketlerin ilk çatırtılarıydılar. Beat kuşağı kendisini huzursuz hisseden bir kuşaktı. Onlar başka türlü bir şeyler bulmak istediler. Ne bulacaklarını onlar da bilmiyordu ama içlerinden çıkacak şeyi tükürmek için tek yol olarak kendilerini gerçeğe doyurdular.

Ama egemen görüş direndi. Yolda’nın yayımlanması yıllar aldı.

Tam olarak yedi yıl. Kitap olumlu karşılanmamıştı. Meslektaşı Truman Capote, “bu edebiyat değil daktilografi” diyerek alay etmişti. John Updike sayfalarını parçalamıştı. Gore Vidal’e göre, Kerouac ve Ginsberg önemli yazarlar değillerdi. Eleştiriler ikiye bölünmüş, kitap ciddi tepkilere sebep olmuştu. 70’ler ve 80’lerde kitabı kitapçılarda bulmak neredeyse imkansızdı. Kerouac’ı okumak zorlaşmıştı artık. Ancak, son 15 yıldır kitaba ilgi yeniden yükseldi. Kerouac’ın eserleri üzerinden iki film daha yapıldı. “Big Sur” mesela. Bu yeniden ilgi nereden kaynaklanıyor? Bence Kerouac’ın eserleri, özellikle “Yolda” ve “Cody’nin Düşleri” yaşamı dibine kadar yaşamının ve kısıtlamaları reddetmenin, diğerlerinin empoze ettikleri sınırları geri itmenin tanıklıklarıydılar. Başkan Bush’un yönetimindeki boğucu korku kültürü McCarthy dönemindekine benziyor. Kerouac’ın külliyatı zamanının ötesindeydi ve şimdi bugünkü gerçekliğimizle eşleşiyor.

Kristen Stewart’ın rolün hakkından gelmesine şaşırmadım ama Garret Hedlund’un oyunculuğu beni şaşırttı. Nasıl oldu da donuk bir film olan Tron’dan bir oyuncuyla oyuncu kadrosunu tamamlamaya karar verdiniz? 

Oyuncu kadrosu altı sene evvel şekillenmişti. Garret Hedlund bu ilk oyuncu deneme çekimlerinde bulunanlardandı. Minnesota’daki çiftliğinden bir otobüse ve ardından bir diğerine atlayarak doğruca bize gelmişti. İki parlak okumanın ardından, “Yolda” ile ilgili bir yazı sundu bize. Kavrayışına tutulmuştuk. Gezginlik ve gençliğin güvensizliği üzerine yerinde yorumları olmuştu.
Kristen Stewart ise biraz şans eseri oldu. Motosiklet Günlükleri ve Alejandro Innaritu filmlerinin müziklerini yapan Gustavo Santaolalla ile karşılaşmıştım. Sean Penn’in Into the Wild filmini henüz izlemişti. Bana Marylou’mu bulduklarını iddia ettiler. Daha önce hiç adını duymadığım Kristen Stewart’tı söyledikleri isim. Sonra Kristen Stewart’la tanıştık ve o da bana Yolda’yı başucunda sakladığını ve Marylou’yu içten içe tanıdığını söyledi.

Hayranları için “Yolda” kitap olmanın ötesinde bir kutsal kitap mertebesinde.

Hepimiz tutkuyla bağlıyız. İzleyici sayısıyla ilgilenmiyoruz. Sadece tutkumuzu film makarasına aktarmak istedik. Tutku olmadan binlerce kilometreyi sağ salim aşmak imkansız. Amerika’da şehirlerin önemi azaldı. Şehir merkezleri ölü. Küçük topluluklar periferik bölgelerde biçimlendiler; ama hepsi birbirinin aynı olarak. Amerika’da mimari ve coğrafya üzerindeki McDonalds ve Wall-Mark etkisi iyi yerler bulmamız için uzun zamanlar harcamamıza sebep oldu. İçimizden küçük bir grup bütün rotayı birlikte gezdiler. Böylece Kerouac’ın ruhuyla son sınırı görebilecektik. Farkındalıkla ya da bilinçaltında kitaptaki karakterler Amerikan Rüyası’ndan ne kaldığına bakıyorlar. “Yolda”, yolun sonu ve karanın nereye kadar uzandığıyla ilgili. Hala keşfedilebilecek ne var? Esas soru bu. Jorge Luis Borges, isim verilmemiş şeyleri isimlendirerek edebiyatın ilginçliğini göstermişti. Bu genç yazarlar ve şairler de henüz keşfedilmeyenleri bulmak için yola düşmüşlerdi. Sal, her şeyi kaleme aldı. Hala keşfedilecek bir toprak var mı? Hala anlatılacak bir hikaye? Bu sorular şimdi her zamankinden daha yerinde sorular. 

(agendamagazine.be )
Orjinal röportaj için tıklayın.
Çeviri: Erdem Şimşek

24 Mart 2013 Pazar

Posted by Erdem |




ANLATIMIN SINIRLARINDA

Erdem Şimşek

Kelimeler, tanımlayan, değer veren olarak her zaman önce gelirler. Her şeyi tanımlarken kullandığımız kelimeler, bir müziği tanımlarken yalnızca o kelimelerin alabileceği şekiller, kalıplar dahilinde kalırlar. Oysa müzik akışkandır. Yapı maddesi tamamen başkadır. Yazıya çevrilemeyecek bir dildir müziğin dili. Hislerin, sezgilerin  alanında dirilir, oralarda gezinir.

Müzik gibi doğanın da bir dili vardır; görünümlerin, kokuların...

Algı, yazıyla ifade edilebilen her şeyi kavramlara bağlayarak tutar. Görünümlerin, müziğin dili ise çok daha açık uçludur. Bu özellikleriyle de öğreticidirler. Bize, büsbütün anlama çeviremeyeceğimiz bir dilde fısıldarlar.

Keith Donohue'nin “Çalınan Çocuk” isimi kitabı ifritler tarafından kaçırılan bir çocuk ve o çocuğun yerine geçen bir ifritin paralel hikayelerini anlatır. Çocuk yaşadıklarını yazarak hikayeleştirirken, çocuğun yerine geçen ifrit bir besteyle hikayesini anlatır. Anlatılan aynı hikayedir aslında ama müzikle anlatılanı artık başka bir boyutta yaşayan, çalınmış çocuk anlar yalnızca.

Müziğin dili söz içermediğinde anlam oluşturmaktan uzak olmakla birlikte bazı diziler, yinelemeler, geçişler oluşturur. Yan yana yazdığımızda bunların kurgu denen şeyi oluşturan öğeler olduğunu görürüz. O halde müziğin bize kendine özgü diliyle ve olanaklarıyla kurgunun çok farklı olasılıklarını öğretebileceğini söyleyebiliriz.

Bu yazının konusu Trent Reznor ve Nine Inch Nails. Ancak Reznor’un yaptığı müziği bir yere koymak için hem müziğin dili’ne hem de kurguya dair bir giriş yapmak şarttı. Çünkü evet pek de keyifle içten abartarak Reznor’un o sınırlara dair bir farkındalıkla, anlatımın sınırlarında gezerek müzik yaptığını söyleyebilirim.
Yeni melodiler oluşturmanın artık daha zorlaştığı günümüzde ses miksajı, kurgu, düzenleme gibi şeyler artık farklılık yaratmanın araçları olarak öne çıkıyorlar. Tam da bu noktalarda Trent Reznor net bir şekilde Jedi statüsünde...

Nıne Inch Nails'ın ilk dönem müzikleri bilinçli olarak dizginlenmeyen bir öfke ve o öfkenin ışığında daha sahicileşen küfür gibi bir hüzün içerir. Ingeborg Bachmann'ın söz ve müziğin birlikteliğine dair şu sözlerini hatırlatır; "Birlikte ve birbirlerine duydukları hayranlıklarıyla müzik ve söz bir öfkedir, bir başkaldırıdır, bir aşk ve bir itiraftır." Piggy buna net bir örnektir. Öfkeli, suçlayan bir ayrılık şarkısıdır Piggy. “Nothing can’t stop me now, I don’t care anymore” der ama son cümlesi You don’t need me anymore” olur. Son cümlede kendi acizliğine döndürür oklarını.

Trent Reznor'un bu öfkesi zamanla diner ve müziği gün geçtikçe deneysel boyutlara varır. Ama her aşamasında kurguyla ilgili bir şeyler anlatır bu müzikler. Corona Radiata ağır ağır başlar, hiç bir beklenti oluşturmaz, ayda bir uyku halidir, derken dipten sesler gelir, yerçekimsiz uyanılır.  The Beautyof Being Numb yükselen, tırmalayıcı bir müzikle başlar ve sonra müzik bir anda boyut değiştirir.Dişlileri duran makineden bir baloncuk çıkar ve şarkının adı gibi hissizleşmenin güzelliğini yaşatır. The Great Below derinliklere yazılı bir öyküdür, daha da derine gitmek için kollarınızı bırakmak zorundasınızdır. Öykünün sonunda bir karanlıkta kalırsınız, dışarıda dünya yoktur. Eraser, başlangıcından itibaren etkisi artarak ablukaya alır, sonra sözler gelir, açık, dolaysız, şiddetli, tehditkar ama silah sizin elinizdedir.

Sonrasında Atticcus Ross ile yaptığı film müzikler ve devamında How to Destroy Angels projesi Trent Reznor’un edindiği çizgiyle yetinmeyen bir müzisyen olduğunu gösteriyor. O arayışını sonlandırmıyor. Ama şimdi dönenin, hiçbir zaman aynı insan olamayacağı bilgisiyle bir köklerine dönüş hikayesi söz konusu. Bu yakınlarda Nine Inch Nails’in dönüş haberini duyurdu Reznor. Dağın altında bekleye bekleye iyice sönmüş müdür öfkesi yoksa iyice bilenmiş midir, bilemiyoruz. Teknolojinin hantal’dan ultrahafife evrimi gibi Reznor’un müziğinde de hafifleyen şeyler var. Ama hafiflerken de kurgu öğretmeye devam eden bir müzik bu. Reznor’un kullanımıda müziğin dili, bize; anlatımın yüzlerce şeklinin olabileceğine kelimelerle anlatıldığında inanmayı beceremeyen beynimize başka kanallardan ulaşan bir dil oluyor. Bir teknolojik ifrit diyelim ona. Kulaklarıyla ağır makinelerin müziğini keşfetmiş ve avını takip ederken en ince yollara girmiş ve belki iz sürdükçe hafiflemiş… Ama anlatımın sınırlarından hala bize anlatacakları var onun. Anlama sığdırmadan kulak vermeyi becerebilirsek eğer…

Adrift and At Peace / Nine Inch Nails 
İç sıkıntılarımda yinelemelerine sığındığım şarkıdır. Tekrar tekrar aynı dokunuşlar, her şeyi susturur...


 

What if We Could / Trent Reznor and Atticus Ross 

 








 Aphelion / Trent Reznor and Atticus Ross 
-İzahı Yok-





How Long / How to Destroy Angels
Dinamik-Distopik