Biz Sefil İnsanlar
Erdem Şimşek
Dünya
varlıklarının tamamına yakınının en zengin, diyelim yüzde beşe ait olduğunu
vurgulayan cümleler artık kanıksadığımız ve kabul edelim ki okuyup geçtiğimiz
cümlelerdir. En zenginler listeleri ve onların değerlerini karşılayan ya da
yoksulluğu belirleyen rakamlar... Sürekli kutuplara seyreden bu istatistikler,
çevreleri hikayeleriyle örülmediğinde bugünün dünyasında borsa dilinde konuşan
rakamlar olarak kalırlar. Es geçmekte haklıyızdır. Gerçek, bizim yaşadığımızdır.
Rakamlarınız bize bir gerçek anlatıyorsa eğer, lütfen kalıplaştırmadan, adam
gibi anlatın! Alın sizin olsun bir "vay be"; ama bunu yalnız
rakamlarla ya da tekrardan yıpranmış cümlelerle değil, rakamların ya da
kelimelerin içinde "can" taşıdıklarına inandırarak alın!
Söze buradan
girdim, çünkü Bauman söze buradan, istatistiklerden; ama taşıdığı kaygıya ortak
olmamızı sağlayan bir dille giriyor. Yüzde beşe, ona değil, anlamak için binde
bire kadar inmek gerektiğini, bu rakamların ülkelerin ortalama gelirlerine göre
alındığını, gerçek uçurumların kat be kat fazla olduğunu ekleyerek. Bir köprüyü
ayakta tutanın onu taşıyan yük tabliyelerinin ortalama taşıma kuvveti değil, en
zayıf olanının taşıma kuvveti olduğunu söylüyor Bauman. Buradan da
istatistiklerde alınan ortalama değerlerin anlamsızlığına vurgu yapıyor.
Verdiği Amerika - Japonya kıyaslaması çarpıcı bir etkiye sahip. Amerika
eşitsizliğin en yüksek olduğu ülkelerden biri iken Japonya tam tersi bir
durumda. Ve obezite, zihinsel problemler, cezaevlerinin sayısı gibi veriler
Amerika'da ne kadar yüksekse Japonya'da o kadar az. Bu iki ülke arasındaki
kültürel farklar kuşkusuz es geçilemez ama görece yakın kültürlere sahip Avrupa
ülkeleri arasındaki kıyaslamalarda da bu doğru orantılar değişmiyor. Sosyal
eşitsizlik arttıkça hastalık, toplumun uzuvları olan bireylerde sancıyor.
Eşitsizliğin
diğer bir boyutu olarak oluşan altsınıfları ve onların değersizleşmelerini
vurguluyor Bauman. Doğal felaketlerde "ikincil hasarlar" olarak
kaydedilen yerel yoksullar, piyasaların şekillendirdiği günümüz toplumu için
birincil derecede bir kayıp olmadıkları gibi, kazanca bile sayılabilirler.
Çünkü onlar tüketime yeterince yöneltilemeyen defolu tüketicidirler; ve üretim
için ihtiyaç duyulmayan yerel fazlalıklar...
Bauman,
burada Katrina kasırgasını örnek verir. Kasırga beklenmeyen bir felaket
değildir. Hareket etme şansları olanlar kasırgadan önce oradan ayrılırlar.
“Kasırga geldiğinde o felaketten etkilenenler, kasırga vurmadan önce düzen ve
modernleşme tarafından reddedilenlerdi… Kasırganın kendisi insan ürünü olmasa
da, insanlar için doğurduğu sonuçlar, kesinlikle öyleydi.”
Burada bizim
de aklımıza Ben Zeitlin’in ülkemizde “Düşler Diyarı” ismiyle gösterilen filmi
gelir. Filmde buzulların eriyeceği ve suların yükseleceği artık çok yakın,
beklenen bir felakettir. Şehirde yaşayanlar, bu felaketten korunmak için
şehirlerine bir set inşa etmişlerdir. Bu koca güvenlik önlemine rağmen
korkuları da bir şekilde vurgulanır. O setin dışındakiler, sularla çevrili bir
bölgede yaşayanlar, yerlerinden ayrılmadan sonucu beklerler. Sonunda buzullar
erir, sular yükselir ve elbet bu felaket dışarıdakileri vurur. Filmin sinemasal
eleştirisi bu yazının konusu değil; ancak sosyolojik olarak verdiği şablon
Bauman’ın anlattıklarıyla oldukça örtüşüyor. Evrensel bir felaketten en çok
etkilenecek olanlar yerellerdir. Onlar “gözden çıkarılabilir” anlamında
“ikincil hasarlar” olarak tanımlanır.
Düşler Diyarı / Beasts of the Southern Wild |
Bauman,
modernitenin, onun araçsal aklının ve araçsal aklın kurumsal versiyonu olan
bürokrasinin yarattığı sonuçların dehşetiyle kendini postmodern saflarda
konumlandırmıştır. Bauman için postmodernite, kendi işleyişinin farkına varmış,
ulaşılamaz amaçlarından; kesinliklerden, mükemmellikten vazgeçmiş öz bilinçli
bir modernitedir.
Ancak yakın
dönem eserlerinde Bauman moderniteyi tanımlamak için postmoderniteyi kullanmayı
bir kenara bırakmış gibi gözüküyor. Bunun yerine sıvı modernite kavramını
kuramsal çerçevesinde merkeze alıyor. Modernitenin ortaya çıkışında, eski
yapıyı çözerken sıvı (likit), kurucu aşamasında katı (solid) ve bugün yeniden
sıvı durumda olduğunu söylüyor.
Önce katı
moderniteyi anlatalım. Modernitenin kurucu dönemidir bu. Aydınlanma sonrası,
rasyonel aklın önderliğinde yüksek değerler yaratıp yeni bir insanlık inşa etme
girişimidir. Komünizm modernitenin bu bayrağını teslim almış ve onu en uç
noktalara taşımıştır. Ancak katı modernite tabiri caizse duvara toslamıştır.
Bauman, Modernite ve Holocaust isimli kitabında modernitenin ve araçsal aklın
bir ürünü olarak gördüğü Holocaust ile imler bu yıkımı. Onu dehşete düşüren
uygarlığın ulaştığı en yüksek seviyede, en normal insanların elinden uygulanan
bu programlı şiddettir. Holocaust modernite projesinde bir sapma değil tam
tersine onun kaçınılmaz bir sonucudur.
Platonov ise
“Çukur” isimli kitabında geleceği temsil edecek bir yapının inşasında, gelecek
inancına tutunan işçilerin o temel çukurunda git gide sönen bir ateşe
dönüşmesiyle metaforlaştırır bunu. Yine de Platonov'un hikayesinde Çiklin’in
kafasını gömdüğü mezar çukurunda; elbet o en karanlık noktada, acı bir umut Nastya’nın (*)
isminde saklı kalır.
Sıvı
modernite ise bugünü anlatır. Küreselleşme sonrası sermaye için sınırların bir
önemi kalmadı. Onlar akışkan uzamda dilediklerince hareket ederlerken, o uzama
ulaşamayanlar yerelliklerinde saplı kaldılar. Rolleri değişen devletler de
kendilerini yeniden tanımlamak zorundaydılar. Piyasalara müdahale değil, daha
fazla özgürlük yasaları çıkartmak durumunda kalan devletlerin bugünkü çığırtkanlıkları
da aslında varoluşsal çırpınışlarını anlatıyor. İhtiyaç duydukları belirsizlik,
korku ve gerginlik içinde, sürekli alarm halinde yaşayan bir halk! Ve bakın bu
durumda terör nasıl kutsal bir reçeteye dönüşüyor. İktidardan yoksunlaşan
siyasetin göçmen karşıtı politikalara tutunması boşuna değil. Tüketmeyi
beceremeyen yoksullar da birer asayiş sorununa indirgenerek kullanışlı hale
getirilebilirler pekala. Parmak sallayanların hükümranlığı ve insanın insandan
korkusu! Hangisi önce gelir?
Bir şehri
yapılandırmak yaşamı yapılandırmaktır. Rastlantıyı, yüz yüzeliği öldüren toplu
konutların ve her geçen gün artan güvenlik önlemlerinin farklılıkları ayıran,
toplumu benzerleriyle bölen bir karşılığı vardır. Burada Richard Sennet’in
“benzer olma isteğini yansıtan “biz” hissi, insanların birbirlerini daha
derinlemesine inceleme gereksiniminden kaçınmaları için bir yoldur” cümlesini
alıntılar Bauman. Ne yabancılara konan mesafe ne de fazlalaşan güvenlik
önlemleri bizi belirsizlik ve güvenlik korkularından kurtarmaz, aksine onlara
daha fazla bağımlılaştırır. Yabancı bir tehlike değil, yüzünde insanlığımızı
bulacağımız ötekidir.
“Biz”
demişken; kitap sosyal eşitsizlik ekseninde farklı makalelerden oluşuyor. Ancak
bana sorarsanız çekirdeğini oluşturanbölümü ya da kara kutusu; "Wir arme
leut", (Biz Sefil İnsanlar) başlıklı bölüm. Burada George Büchner'in
oyunundan uyarlanan Alban Berg'in Wozzeck isimli operasını ele alıyor Bauman.
Wozzeck bir başarısızlık abidesidir. Kaptan ve Doktor isimli iki karakterin
aşağılamalarına maruzdur.
"Wir arme Leut diye yanıt verir Wozzeck, ne kadar çabalarsak çabalayalım sizin gibi yaşayamayız..."
"Wir arme Leut diye yanıt verir Wozzeck, ne kadar çabalarsak çabalayalım sizin gibi yaşayamayız..."
Oyunun
kuralları Kaptan ve Doktor gibi insanlar tarafından konulmuştur. Bu oyunda
sefillere düşen rol birer sefil olmaktır. Bauman, Wozzeck'in biz diye
tanımladığı topluluk içinse şöyle der: "Sefaletleri onları bir araya
getirmektense ayırır ve böler. Fakir insanlar, acılarının yükünü bireysel
olarak çekerler, çünkü... mağlubiyetleri ve sefaletleri için bireysel olarak
suçlanırlar."
Bu, bugünün
sıvı modern dünyasını da anlatır. Bauman sıklıkla bireylerin özgürlüklerinin
arttığını ama sorumluluklarının yüklerini de tek başlarına taşıdıklarını,
sonuçlarına tek başlarına katlandıklarını vurgular. Bu yalnızca fakir olmakla
alakalı bir durum da değildir. Birçoğumuz yaşımız ilerledikçe kendimizi
başarısız birer proje gibi ( evet bir proje; çünkü biz sıvı modern dünyada
yaşayan ama bilincimizde katı modern dünyada şekillenen kavramların
tohumlarıyla doğan insanlarız )hissetmiyor muyuz? Ya da adapte olanların Kaptan
ve Doktor gibi yüzlerimize basmaktan haz aldıklarını fark etmiyor muyuz? Doğru
ya, bu açıdan da biz sefil insanlarız. Rollerimizi biçimlendiren giysilere tam
sığmak için Kaptan ve Doktor gibi davranmak zorunda hissediyoruz.
Büyük oranda
Emmanuel Levinas etkisiyle şekillenen Bauman’ın ahlak anlayışına göre ahlak,
düşünceden önce vardır, önce gelir. Çünkü düşünce başladığında ahlakın rolü
bitmiş, akılla şekillenen bir hesap işin içine girmiştir. Günümüzde ise ahlakı
piyasanın şekillendirdiğini, tüketimin ahlakı koşullandırdığını anlatır Bauman.
Artık satın alınabilir bir ahlak vardır ve ironik bir şekilde gezegeni tehdit
eden unsurlar devreye girdiğinde en ciddi tehdidin de tüketim alışkanlıkları
olacağını söyler.
Biz sefil
insanlar istatistiklerde çoğalıyor ve odalarımızda yalnızlaşıyoruz. Yine de bu
cümlede bir umut var. Sennet’in sözü kulağımızın arkasında; ama biliyoruz ki
Çiklin’in kafasını gömdüğü mezar çukurundadır umut. Ölümün kucağından alınması
gerekendir. Yalnız benzerlerimizle oluşturabildiğimiz “biz”i bu sefaletinden
kurtarmak gerekir. Çünkü bir umut varsa hala içinde "biz" olan
cümlededir. Yüz, kendine benzeyeni arar ve bulunca rahatlatıcı bir “biz” olur.
Öbür taraftan yüz, bir yüz ona döndüğünde açılır, iki yüz birbirine döndüğünde
“biz” olur. Rahatsız edip etmediği sorusu geldiğinde ahlak son bulur…
* Nastya ismi Rusça'da sözcük anlamı hayata döndürme, canlandırma olan "Anastasiya" isminin kısaltılmış halidir. Kaynak
-Mart 2013-
-Mart 2013-
Modernite, Kapitalizm, Sosyalizm / Zygmunt Bauman / Say Yayınları |